ÖZGÜNLÜK
Türkiye'nin ev sahipliğinde yapılan Avrupa Ampute Futbol Federasyonu (EAFF) Avrupa Şampiyonası'nın final karşılaşmasında Türkiye, İngiltere'yi 2-1 yenerek şampiyon oldu. Takımımız çeyrek finalde Rusya'yı, yarı finalde Polonya'yı geçtikten sonra, finalde de İngiltere’ye üstünlük sağladı.
O ana kadar kendileri hakkında ne yazık ki çok az şey bildiğimiz, her bir oyuncumuza dair o kadar anlamlı öyküler var ki sadece iki tanesi bile bize çok şeyler anlatabiliyor:
Osman Çakmak: Ampute Futbol Milli Takımı'nın zafere ulaştığı Avrupa şampiyonluğu finalinde galibiyet golünü atan isimdi. Tokat'ın Narkışla Köyü'nde çiftçi bir ailenin altıncı çocuğu olarak dünyaya geldi. İlkokuldan sonra ağabeyleriyle birlikte İstanbul'un yolunu tuttu. Tek hayali futbolcu olmaktı. Önce Zeytinburnuspor, sonra Yenidoğan Güneşspor'da ter döktü. Bir yandan da marangozda çıraklık yaptı. Osman Çakmak, askerliğini Şırnak'ta komando olarak yaparken mayına bastı. Sol bacağını diz altından kaybetti. Ama engeli onu sevdasından vazgeçirmedi. TSK Rehabilitasyon Merkezi Engelliler Spor Kulübü'nün vazgeçilmez futbolcularından biri oldu.
Barış Telli: Koltuk değnekleriyle arka arkaya attığı taklalar karesiyle hafızalarımıza kazındı Barış Telli. İzmir Büyükşehir Belediye Ampute Futbol Takımı oyuncusu. 4 yaşında sokakta futbol oynarken otomobilin altında kaldı, bacağını kaybetti. Azmiyle, çalışkanlığıyla engelleri aştı. Türkiye Ampute Futbol Süper Ligi'nin gol kralı oldu, milli takıma yükseldi. Sadece futbolda değil atletizmde de başarılar yakaladı Barış Telli. 100 metre, uzun atlama ve yüksek atlamada Türkiye şampiyonlukları elde etti.
Peki “Ampute” ne anlama geliyor? Kelimenin tam karşılığı “ameliyatla çıkartılmış” demek.
Osman’ın, Barış’ın ve diğer tüm kıymetli oyuncularımızın çok önemli bir ortak özellikleri var: Acılardan geçmişler ve geçerken de bir şeyleri kaybetmişler, dolayısıyla artık kaybedecekleri ya da kaybetmekten korkabilecekleri çok şeyleri yok. Bir de, modern çağın insanlarının korkularına, korkmaya tahsis ettikleri zamanlara baksak, o kadar çok şey saklı ki o kilitli sandıklarımızda. Sırf bu yüzden, bazen aklımız gönlümüze bazen de gönlümüz aklımıza bir türlü kulak vermiyor. Oysa ki, yaşamın tüm döngüleri içerisinde görülecek, işitilecek, sevilecek, okunacak, yazılacak, yapılacak ve gidilecek o kadar çok şey var ki.
Günümüzde insanların ve ilişkilerin çoğu bağlı olmaktan çok bağımlı haldeler. Yani, onsuz, bunsuz veya şunsuz yapamayacak haldeler. Liderliğin ruhunda çok güçlü ve bir o kadar sahici bağlılık halleri var. Olmayanı ve olmayacakları dert etmek yerine, kendilerinin neleri daha iyi, daha güzel yapabileceklerini dert edip var güçleriyle ona emek veriyorlar.
Bunun en güzel örneklerinden birisi de, Lao Tzu’nun milattan önce altıncı yüzyılda söylediği çok önemli bir söz var:
“En iyi lider, varlığı en az hissedilen liderdir.”
Stanford Üniversitesi’nden Carol Dweck, başarılı insanların ortak özelliğinin sahip oldukları varlıkları, imkanları ve yetenekleri değil de, her şeyden önce onların zihniyetleri, kafa yapıları olduğunu söyler. Dweck’e göre, bazı insanlar kendilerine verilen imkan ve yetenekleri sürekli geliştirmeye odaklıdırlar. Bu insanlar hayatı sırasıyla bir “öğrenme, büyüme, gelişme ve olgunlaşma” yolculuğu olarak görürler. Sırf bu nedenle, kendilerini hep gelişmeye ve hep yenile(n)meye adarlar.
Öğrenme ve gelişme odaklı insanlar, karşılarına çıkan ve çıkabilecek engelleri, kendilerine için bir haksızlık olarak düşünmek yerine, bu tip engelleri aşmak adına üzerlerine düşeni her türlü çabayı göstermek gerektiğine inanırlar. Bu engelleri aşarken de kazandıkları deneyim ve gücün, gelecekteki olası engelleri aşmak için her yeni günde kendilerini daha donanımlı kılacağını düşünürler.
Sözün özü, korkmak veya odaklanmamak yerine, konu ne olursa olsun korkmadan kendilerini o işe (oyun, proje, program, ilişki, vb) adayıverirler. Primi, pozisyonu, kariyeri ve hatta şöhreti değil de, o anın içine katılabilecek mücadeleyi, anlamı, ruhu ve güzelliği daha çok tercih ederler. Başarmak ve yükselmek için, zamanı geldiğinde hiç çekinmeden, düşmeyi veya geri adım atabilmeyi göze alıverirler.
Hayatlarımız kaybetmeye dair düzenli kaygılar taşıyabileceğimiz hayatlar olmak yerine, sonunda kaybetmek olsa bile bunu zerre dert etmeyeceğimiz bir akışta olsa hangi konularda çok daha başarılı ve mutlu olurduk, bir düşünsenize?
Yaşarken görmediğimiz, fark etmediğimiz, bakmadığımız ya da bakıp da anlamadığımız o kadar çok şey var ki. Her birini yapmadıkça her birinden daha çok kaçtığımız. Yaşamayı çoğu zaman istila olarak yorumladığımız, böyle davrandıkça da yaşamaya dair hayallerimizden bir bir uzaklaştığımız.
Apple’ın yıllar önceki bir reklam kampanyasında söylediğini bakalım hatırlayacak mısınız?
“Özgün insanlar dünyayı farklı gören, kurallardan hoşlanmayan, statükoyu reddeden insanlardır. Onları yüceltebilir ya da hor görebiliriz; ama onları göz ardı edemeyiz. Çünkü, bir şeyleri değiştiren onlardır. İnsanlığın ilerlemesini sağlarlar. Dünyayı değiştirebileceklerini düşünecek kadar çılgın ama aynı zamanda bunu yapacak kadar cesurdurlar.”
Özgün olmanın ampute olmakla hiçbir ilişkisi yok, özgün olmanın sadece insan olmakla yani varolmakla, varlığınla fark yaratmakla çok güçlü bir bağlantısı var. Özgün oldukça, başarılı ve mutlu olmanın hakkını daha çok veriyoruz. Geçmişe dair keşkelere, geleceğe dair endişelere değil de bugüne, bugünün içindekilere çok daha güçlü odaklanabiliyoruz.
Şiirlerinden, şiirlerindeki derinlikten çok şeyler öğrendiğim Özdemir Asaf ustanın meşhur sözüdür:
“Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun dedi, öleceğini bile bile yaşadığını unutmuştu o an. Bozmadım.”
İnsan, yaşam yolculuğunda ne yaparsa, ne kadar yaparsa hepsi; kendine. Bütün bahaneler, ötekiler, vesaireler, keşkeler hep kendi tutsaklığımız, bir türlü farkında değiliz. Biraz fark etsek, biraz değil hayata çokça kendimizi katabilsek bir sürü şeyi değiştirebiliriz. Ne çok korkmaya gerek var ne de sabah akşam araflarda kalmaya.
İnsan, çoğunlukla bugün yaşadığını unutuyor. Ya “keşke” dolu pişmanlıklarıyla dünün peşine gidiyor ya da “kim bilir” sorularıyla yarının bilinmezliğine olanca hızıyla koşuyor. Birbirinden önemli hedeflerimiz olduğunda bile, adımlarımızı başı ve sonu olan şeyler olarak görmek yerine, çıktığımız yoldan da keyif almak, yolculuktan öğrenmek ve büyümek de başlı başına çok keyiflidir.
Tıpkı Hasan Ali Yücel’in, Sakıp Sabancı’nın, Aşık Veysel’in, Türkan Saylan’ın, Akın Öngör’ün yaptıkları gibi, liderler özgün duruşlarıyla önce kendilerini değil, yol arkadaşlarını güçlü kılmayı önemser.
Hesaba kitaba, kaygılanmaya ayırdığımız vakti öğrenmeye, sevmeye, olgunlaşıp büyümeye ayırsak işte o zaman özgünlükten bahsedebileceğiz. Yaşamak dediğimiz, yaşamlarımızın içine her türlü otantik sevgiyi, liderliği ve güzelliği katabilmemiz ekseriyetle elimizdedir. Zira, liderlik tam bir özgünlük ve bununla ilgili sürükleyici eylemler halidir.
Nasıl bir hayat yaşıyorsunuz ve nasıl bir 2018 yılı yaşıyor olacaksınız?
Daha özgün, daha cesur, daha olgun ve daha mutlu olmaya sahiden var mısınız?