Umut Gerek

Üzerimize yağan kötülükler yağmuru doluya döndü ve hepimiz kendimizi yara bere içinde ve çok yorgun hissediyoruz. Sığınacak bir saçak bulamadığımız için evlerimize kapanmış fırtınanın dinmesini bekliyoruz. Ama karanlık günler uzadı ve güneş hiç doğmuyor sanki.
İçimizi ısıtacak, doluya, fırtınaya rağmen artık kabuğumuzdan çıkmak için adım atmak ve üzerimizdeki ağırlıktan kurtulmak için cesaret verecek umuda ihtiyacımız var. Peki umut nerde? O kadar uzun zamandır karanlığa teslim olduk ki umudu da göremiyoruz.
“Durumun umutsuz olduğuna, gücünüzün olmadığına, eyleme geçmek için herhangi bir neden bulunmadığına, asla kazanamayacağınıza inanmanızı ister hasımlarınız. Umut, vazgeçmek zorunda olmadığınız bir kabiliyet, gözden çıkarmanız gerekmeyen bir güçtür. Ve umut, her ne kadar bir başkaldırma edimi olsa da başkaldırı umutlanmak için yeterli neden değildir. Başka nedenler vardır ama yine de.” diye başlıyor Rebecca Solnit ‘Karanlıktaki Umut’ adını verdiği kitabında umudu anlatmak için.
“Umudun ne olmadığını söylemek gerek: umut, eskiden veya şimdi her şeyin iyi durumda olduğuna ya da ileride iyi durumda olacağına inanmak değildir. Dört bir yanımız büyük acıların, büyük yıkımların kanıtlarıyla dolu. Benim ilgimi çeken umut, özgül olanaklar sunan geniş perspektiflerle, bizi eyleme geçmeye davet eden, bizden bunu talep eden bakış açılarıyla ilgili. Bu, her-şey-daha-iyi-olacak diyen tasasız bir anlatı olarak değil, her-şey-daha-da-kötü-olacak diyen anlatıya bir karşılık olarak görülebilir. Belli açıklıklar içeren, karmaşıklıklara ve belirsizliklere dair bir izah olduğu söylenebilir.
Bulgaristanlı yazar Maria Popova, "eleştirel düşünce, umuttan yoksun ise sinizmdir, eleştirel düşünceden yoksun umut ise safdillikten ibarettir," diye yazmıştı. Siyahların Yaşamları Değerlidir hareketinin kurucularından Patrisse Cullors da başlangıçta hareketin misyonunu şöyle tarif etmişti: "Elem ve öfkede temellenen ama vizyonlara ve hayallere yönelmiş kolektif bir dönüşümü hayata geçirecek kolektif bir kuvvet oluşturmak için kolektif eyleme umut ve ilham sağlamak." Bu, elem ile umudun bir arada var olabileceğini teslim eden bir beyan.” gibi altını çizdiğim birçok etkileyici tespit ile devam ediyor.
Umut romantik bir söylem değil, inatçı, dirençli ve devrimci bir başkaldırıdır bana göre. Tüm olumsuzluklara ve yapılamaz söylemlerine karşı beslemeye devam ettiğimiz duygudur. Polyanna değildir. O çıplak ayaklı Heide’dir. Çünkü esirliğinin farkında ve çıplak ayakları acısa da koşmaktan vazgeçmeyen, çocuk neşesini koruyabilendir. Gerçeğin farkında ve hayalinin peşinde. Onu güçlü kılan da budur. Gücünü umudundan, umudunu inadından alır.
Solnit’in de bahsettiği gibi bekleyerek elde edemeyiz umudu, umut elemin yanında. Bizim cevaplamamız gereken soru umudu eleme yem mi edeceğiz, onu karanlıktan çekip çıkartıp büyütecek miyiz?
İç sesiniz belki de şöyle haykırıyor: ‘Kesinlikle yakalamak ve büyütmek istiyorum ama nasıl? Bir küçük kırıntı bile göremiyorum bu körkaranlıkta!’ O zaman Solnit karanlıktaki umudu nasıl yakalamış ona bir bakalım:
“Karanlıktaki Umut'u yazdıktan sonra, umutlanmanın nedenleri hakkındaki araştırmalarımda bana kuvvet veren iki unsur oldu. Biri, dünyada halihazırda iş başında olan özgecil, idealist güçlerin muazzamlığını fark edişimdi. Çoğumuz, sorulduğunda kapitalist bir toplumda yaşadığımızı söyleyecektir ama günlük yaşamlanmızın çok büyük bir bölümü (aile hayatına, dostluklara, uğraşlara, üyesi olduğumuz sosyal, manevi ve siyasal örgütlere bağlılığımız ve onlarla etkileşimlerimiz) esasen kapitalist değil, hatta doğrudan antikapitalisttir ve hiçbir karşılık beklemeden, sevgiyle ve ilkelerimiz uyarınca yaptığımız şeylerle doludur.
Bana kuvvet veren ikinci unsur, büyük San Francisco (1906) ve Mexico City (1995) depremlerinden Londra hava saldırılarına ve New Orleans'taki Katrina Kasırgası'na varana değin büyük kentsel felaketlere nasıl tepki verildiğini araştırdığım çalışmam oldu.
Felaket karşısında verilen tepkiler konusunda beni şaşırtan şey sergilenen erdem değildi çünkü erdem genelde özenin ve sorumluluk bilincinin bir sonucudur; beni esas şaşırtan, ölmekten kıl payı kurtulmuş insanların anlattıklarında öne çıkan yoğun haz oldu. Her şeyini kaybetmiş, enkaz ya da harabelerde yaşayan bu insanlar, diğer sağ kalanlarla el ele vererek yürüttükleri çalışmalarda failliklerini kazanmış, anlam, topluluk ve yakınlık bulmuşlardı.”
Bu satırları okuduğumda da aklıma bir arada felaket gibi gözüken ama tek tek gözlerine, ruhlarına baktığımda hayran kaldığım, ilham aldığım insanlar ile 6 şubat depremi başta olmak üzere tanık olduğum birçok dayanışma hali geldi. Yani hayatımızdaki sevgiye ve felaketlerdeki dayanışmaya bir daha bakmak gerekiyor umudu kör karanlıkta yakalayabilmek için.
Yardım kolilerine destek olmak için gittiğim Pazar yerinde dillere pelsenk olan tembel ve umursamaz Z kuşağının nasıl koordine olduğunu , hızla gruplara ayırarak, ayıklayarak nasıl malzemeleri kollediğini ve sadece 15 dakika içinde 2 tırın alandan çıkışını hala hatırlıyorum. Çünkü o tırları görünürde soba, battaniye, gıda ile dolduran gençler aslında umudu, inancı, birlikteliği, yoldaşlığı yüklediler özenle ve cesaretle.
Ve daha birçok acıyı paylaşma çabasını görmeyi seçiyorum, görmezden gelinmesindense. Çünkü bu seçim beni zihnimde bu anlatıyı destekleyen ne çok örneğe şahit olduğumu fark etmemi sağlıyor. Düşünce yolculuğum beni Çoğu İnsan İyidir Kitabı ile Rutger Bregman’ın ‘yoldaşlık’ çıkarımına ulaştırıyor yeniden.
2. Dünya Savaşında Almanya’nın kaybetmesine rağmen, Alman askerlerin neden ve nasıl bu kadar inançla savaşmaya devam ettiklerini araştırdıklarında buldukları veriler şaşırtıcı olmuş. Askerlerin çoğunun savaşın sebebi, siyasi ideoloji hakkında fikri yokmuş. Herkes ‘yoldaşı’ için savaşıyormuş. Kaybetmelerine rağmen bırakmadıkları savaş değil yoldaşlarıymış.
Bunun bilincindeki Alman generaller yeni askerler sipere geldiğinde sahadaki askerleri geriye çekiyor, yenilerle savaşanların zaman geçirmesini sağlıyor, onlara ‘yoldaş’ olmaları için zaman veriyorlarmış.
Savaşırken bile yoldaş olabilen insanlardan, bugünlerde düşman olan yurttaşlara dönüştük. Aynı yolda yürüken neden yoldaş olamıyoruz?
Birbirimizin yüzüne yeterince bakmadığımız, seslerimizi duymadığımız ve türlü bahanelerle zaman, hayat koşturması, yetişecek işler arkasına saklanıp uzaklaştığımız için olabilir mi? Çünkü eğer sebep bu ise çözümü için artık ne yapmamız gerektiğini de biliyor olmalıyız. Tabi gerçekten çözmeye niyetliysek.
Yol alabilmek için yoldaşça; karanlıkta kaldığına inandığımız umudu çekip çıkartmak için cesarete ihtiyacımız var. Önce aynaya sonra birbirimizin gözlerinin içine bakabilme cesaretine ihtiyacımız var. Baktığın bensem gördüğün sensin…