SAHNE
Potansiyel dediğimiz şeyle ilgili birçok şey söylenebilir, benim açıklamam ise “enerjimizin henüz açığa çıkmamış” halidir. Böylesine bir güç veya yetenek, birbirinden oldukça farklı konularda da olsa, bana göre insanoğluna sunulmuş en anlamlı armağanlardan birisidir. Hatta çok sade bir anlamda “keşkelerimizin” çok güçlü bir panzehiridir.
Gelecek sene bu saatlerde, biraz gurur ve çokça huzurla “artıdayım ben” diyebilmek için en çok yapmak istediğiniz ilk üç şeyi düşünsenize? Bir de “neden” bunları gerçeğiniz kılmayı bu denli istediğinizi.
Bazen kendimizin bazen de başkalarının hayaller kurmalarının önüne geçebiliyoruz. İnsanlar, çoğunlukla olacakları görebilmekte ve olacakları anlamakta zorlanabiliyor, biz de bu tip zorlanmaları genellikle kendimiz ya da onlar adına sınırlar olarak görebiliyoruz.
Son zamanlarda yaşam öyküsünü merak ettiğim bu güzel ülkenin çok sıra dışı kadınlarından birisi oldu Ümmiye Koçak. Adana’da tam 10 çocuklu bir ailenin altıncı çocuğu olarak doğan ve okumayı çok istemesine rağmen 10 kardeş oldukları için ilkokuldan sonrasına gönderilmeyen bir kadın. Yine de Maksim Gorki’nin Ana adlı eseri gibi okuduğu kıymetli kitaplarla kendisini geliştirmekten hiç vazgeçmeyen ve ilk hikayesini de daha 13 yaşında iken yazan bir kadın.
Evliliği sonrası Mersin’in Arslanköy'üne gelin giden Koçak, orada da rahat durmayıp köy kadınlarının yaşadıkları sorunları tüm dünyaya göstermek için, 2001 yılında “Arslanköy Kadınlar Tiyatro Topluluğu”nu kuruyor, topluluğun çok güzel oyunlarını bir bir sahneye koyuyor.
Çevresindeki çok kişi “deli bu kadın” demesine rağmen, Ümmiye Koçak “Hasret Çiçekleri” adlı oyunuyla 2006 yılında Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali’nde sahne aldı.
Bugüne kadar tam 15 tiyatro oyunu yazdı ve oyunlarını Türkiye’nin farklı yörelerinde 50 bine yakın kişi izledi. Daha sonra tarlalarda çalışarak kazandığı paraları biriktirerek kadına karşı şiddet sorununu anlatan “Yün Bebek” filmini yazıp yönetti. 49. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde galası yapılan film, Ümmiye Koçak’a New York Avrasya Film Festivali’nde “Sinemada en iyi Avrasyalı Kadın Sanatçı” ödülünü kazandırdı. Geçen yıl da Koçak, Cristiano Ronaldo’nun oynadığı Türk Telekom’un reklam filminin yönetmeni oldu.
Bu sırada Shakespeare’in Hamlet adlı eserini belki yüz kez okuduğunu belirtip, o meşhur senaryoyu kendi köyüne uyarladı.
Çocukların, gençlerin yani çevremizdeki tüm insanların potansiyellerine “çok daha iyi, çok daha güzel şeyler yapabileceklerine” inanmak, kendimize ve dünyaya verebileceğimiz en anlamlı hediyelerden sadece bir tanesi. Bunun en kısa, en anlamlı yolu da önce “kendimizin yapabileceklerine” inanmaktan geçiyor.
Bugüne kadar, herhangi bir konuda bir şeyi başaramadığım (kime göreyse?) bundan sonra da başaramayacağım anlamına gelemez. Yeter ki, ne yapmak istediğimi, neleri neden yapmak istediğimi herkesten önce ben bir bileyim. Eski sahnelerden kendime dair dersler çıkarttıkça “en yeni sahneler” için önce hayal kurmayı sonra da senaryolaştırmayı alışkanlık haline getireyim. “Beni kınayanlara ne kadar teşekkür etsem az, zira onların ilk başta çok kızdığım sözleri, sonrasında beni çok kamçıladı” diye paylaşıyor.
İnsanoğlu olarak, eyleme ve hatta etkiye dönüştürebildiğimiz sürece, düşündüğümüzden bile çok kıymetli bir potansiyelimiz var. Bu, istediğimiz her şeyi yapabileceğimiz anlamına gelmiyor, istersek ve emek verirsek çok güzel şeyleri başarabileceğimizi bizlere anlatıyor. Mutluluğun yüzü değişiktir, bin bir halde karşımıza çıkabilir, potansiyelimizin yani enerjimizin henüz açığa çıkmamış hali için güçlü bir tutkuyla ortaya çıkmak, bir bakıyorsunuz kimliğimizin tam da kendisi oluyor.
Karşımızda ne kadar zorluk ne kadar engel olursa olsun, her birimizin yapabileceği çok güzel şeyler var. Kapılar, duvarlar, sınırlar, parazitler, engeller de olsa bizim de yaşama, hayatı ıskalamadan yaşamaya dair çok özel anahtarlarımız var. Bize iyi yaşama, hayatı yaşama enerjisini verebilecek yegane şey “kendi varlığımıza, kendi yapacaklarımıza duyduğumuz merak” olarak basitçe karşımıza çıkıyor. Hırs yerine biraz daha çok coşkunun ve tutkunun tarafında olmamız bize çok şey kazandırıyor.
Gerçekten tüm hayatımızı, bizi iyiden iyiye rahatlatan, arafları ve pişmanlıkları çoğaltan bir zihinle mi yaşamak istiyoruz? Bunun aksini yani aslında olumlusunu düşünüyorsak, zihin ve yüreğimizde nasıl bir mücadele veriyoruz? Sanıldığı veya inanıldığı gibi insanın içi huzursuz ve kapkaranlık değil ki. Yaşadıklarımızla yüzleşmemiz kadar yaşayacaklarımızı da hayal etmek o kadar güzel bir yolculuk hali ki.
“Çıkmamış candan umut kesilmez yavrum. Hepimizin merakları, hisleri vardır. Shakespeare ‘dünya bir sahnedir’ demiş. Köyde de olsan, şehirde de olsan hep o sahnedesin yavrum. Kendi hayatının başrolündesin” diyor Ümmiye Teyze ve böylelikle cesaretin kendin olmaya, sahnede olup varlığımızla anlam ve fark yaratmaya dair bağlantıları bize bir kez daha çok güçlü hatırlatıyor.
Aslında neyi farz ediyorsak, bir bakıma onu garantilemiş oluyoruz. Umut, cesaret, yetkinlik benzeri konulara (hem de başkalarından doğru) ne kadar “yokmuş gibi” yaklaşırsak, o kadar çok bunlardan uzaklaşırız.
Yaşamlarımız çok kıymetli bir yolculuk tam anlamıyla bir misafirlik. Yaşama, sahnedeki duruşlarımıza biraz da “öz sermaye” olarak yaklaşmak gerek. Zira oyunların olsa da yaşamın ne provası mevcut ne de tekrarı. Belki yeteneğimiz sınırlı olabilir, belki de imkanlarımız. Biz yine de düşlerimizden hiçbir ödün vermeyip yapabileceklerimiz çerçevesinde her şeyi daha çok deneyebiliriz. O sahnede ayakta kaldıkça da kolay kolay da başkasının sırtına devrilmeyiz. Hayat oyunsa, biz oynayacağız. O oyun sahnelerden oluşuyorsa, her bir sahneyi kendimizle, öykülerimizle ve hayallerimizle dolduracağız. Hayatın gerçek anlamını, başkalarında ya da uzaklarda değil bizzati mutlu olduğumuz yerlerde arayacağız.