BIRAK GELSİN
Açıyorum kollarımı, gel diyorum. Kabul etmek direnmemek, hayatın sunduklarına hoş geldin diyebilmek bence. Dünya her gün, son sürat değişirken bize de bunu anlamak, kabul etmek ve uyumlanmak düşüyor. İşte, en yakın örneği Pandemi günlerimiz. Bu gerçeği kabul etmeden, uyumlanmadan hayatta kalabilmemiz mümkün mü?
Haruki Murakami, “Sahilde Kafka” isimli romanında “Fırtınadan çıktığın zaman, ona yakalanan kişi olmayacaksın; işte fırtınaların konusu budur” diyor. İçinde bulunduğumuz dönem kaçınılmaz olarak dünyamızı ve bizleri değiştirecek. Sokrates’in dediği gibi “Değişimin sırrı, tüm enerjini eskiyle mücadele etmek yerine, yeniyi inşa etmeye odaklamaktır.” Durumu kabullenmeli ve harekete geçmeliyiz. Sadece biraz zamana ve adaptasyona ihtiyacımız var.
Ancak şu bir gerçek, değişim ve belirsizlik dönemlerinde korkuyoruz, kendimizi stres içinde buluyoruz. Hepimiz yaşıyoruz bu duyguları. Görmezden gelemeyiz. Aksi takdirde Cem Mumcu’nun dediği gibi üzerini örttüğümüz her duygunun altında kalıyoruz. Korku, öfke gibi gelen duyguları önce kabul edip onunla bir çay içmeye ve anlamaya ihtiyacımız var. Sonra da barışmaya…Barışmazsak ne mi olur? Cildinizde kaşıntılar midenizde yanmalar ya da hiç geçmeyen, sebebi belli olmayan ağrılar… Vücudumuz gayet iyi biliyor bizi neyin esir aldığını. Bu konuyu merak edenler için özellikle Alice Miller’ın “Beden Asla Yalan Söylemez” isimli kitabını öneririm.
Değişim için en güçlü silahımız ne peki? Yine kendimiz. Jim Collins “İyiden Mükemmel Şirkete” isimli kitabında çok başarılı olmuş şirketlerin 5 temel sırrını açıklıyor. Bunlardan biri bu tip şirketlerin kirpileri örnek alması. Kirpi ile tilkinin masalını bilirsiniz. Kirpinin elinde tek bir gücü vardır o da dikenleri. Başka hiç bir gösterişi olmayan bu canlının saldırı veya belirsizlik durumunda tek savunması dikenlerini çıkarıp yusyuvarlak hale gelmesidir. Ama bunu öyle bir tutkuyla ve disiplinle yapar ki, karşısına tüm cambazlıklarıyla bir tilki de gelse farketmez. Kurnaz oyunlarını oynayan tilki, kirpiyi bir türlü alt edemez.
O halde değişim ve belirsizlik dönemlerinde farkına varın, kabul edin önce her halinizi ve şefkatle sarılın kendinize. Sonra öyle güzel bir kullanın ki güçlü yönlerinizi, şartlar ne olursa olsun ormandaki tüm ağaçlar eğilerek yol versin size. Değişimi yönetebilmemiz için ilk koşul kendimizi tanımamız ve anlamamız, ikincisi ise olduğu gibi kabul etmemiz.
Eric Berne transaksiyonel analiz kuramında 0-7 yaş arasında anne ve babanın kabulünü ve onayını almak için türlü türlü roller benimsediğimizi söyler. Bazen mükemmel olmayı seçer, işlerimizi bir türlü bitiremez; acele eder veya sadece başkalarını memnun etmek için uğraşır, didiniriz. Bazılarımız da her ne olursa olsun yardım almamayı, hep güçlü durmayı alışkanlık edinmiştir. İçimizde fırtınalar kopsa da kimseye bunu belli etmeyiz. Ya da her ne iş olursa olsun çok çabaladığımızda, kendimizi yıprattığımızda mümkün olacağına inandırmışızdır kendimizi. Yetişkinliğimizde bir gün gelir, örneğin bir paylaşım anında, yanımızda iş arkadaşlarımız, yaş gelmiş 45’e, farkına varırız ve itiraf ederiz ki kabul ettiğimiz ve onay verdiğimiz bu sürücülerin karşısında biz yenik düşmüşüz. Aldığımız her kararı başkalarını memnun etmek için alıyoruzdur örneğin.
Hangi yaşta olursa olsun kendimizle ilgili bu tip keşifler çok değerli. Başkalarının hayatlarını yaşamak yerine kendimize kabul verdiğimiz bir hayatı yaşamak hem bizi, hem bizimle yaşayan herkesi “Ok” konumuna davet ediyor.
Kendini ve hayatı kabul, “keşkeleri” ve “olsaydıları” azaltıyor. O zaman sahiden bağlanıyoruz hayata. Turkcell veya diğer mobil bağlantılara gerek duymadan. Olanı olduğu gibi kabul etmek ilişkilerimize de o kadar iyi geliyor ki. Ön yargısız, koşulsuz sevgi ile yaklaştığımızda gerçek iletişimi ve sahiciliği yakalayabiliyoruz.
Yeni fırsatlara, yeni fırtınalara, yeni insanlara, yeni aşka, yeniye dair ne varsa, aç kollarını gelsin! Sevgiyle kabul et onları ve doyasıya yaşa. Yolunuza çıkan her şey, sizi geliştiren, büyüten aslında. Tıpkı her sonbaharda yapraklarını döküp ilkbaharda yenilenerek dengeye ulaşan bir ağaç gibi. Madem hayat kısa. Kendimizi ve hayatı olduğu gibi kabul edip doyasıya yaşamaya ne dersiniz?