Bir Çaresi Bulunur Elbet
Sağ avucumun içi kaşınıyor. Para gelecek dediğinizi duyar gibiyim ama asıl nedeni başka. Üzerimdeki artan baskıyla ilgili ve bu yüzden farkından olmadan kendime zarar veriyorum.
Biliyorum, bu konuda yalnız değilim. Okulda, evde, iş hayatında, sokakta, trafikte stresteyiz. Bir de buna ülke olarak yaşadıklarımız, pandemi gibi sebepler de eklenince bunalmaya başlıyoruz.
Stres, insanoğlunun yaratıldığı günden itibaren varlığını hissettiriyor. Sokaktaki adamdan, bilim adamına kadar herkesi etkiliyor. Şu var ki, herkesin stres tanımı farklı. Stresin nedenleri, belirtileri ve düzeyi de farklılık gösteriyor.
Kontrolü kaybettiğimizde hissettiğimiz duygu strestir. Okul değişikliği, iş değişikliği, sevdiklerinden uzak kalmak, yakın bir kişinin kaybı, kişinin olayları algılayış ve yorumlayış biçimi gibi farklı nedenlerle ortaya çıkabilir.
Gelen talepleri karşılayamadığımızda; zaman, kaynak, deneyim problemiyle karşılaştığımızda; önce baskı ve bir adım ötesinde stres duymaya başlıyoruz. Kaynak deyince aklımıza zaman, para, insan kaynağı, vb. gelsin lütfen.
Bu durumda stresi yönetmek için ya üzerimizdeki baskıyı azaltacağız ya strese girmemize neden olan kaynak eksikliğini arttırmaya çalışacağız. Ya da kaynağa olan bakış açımızı değiştireceğiz. Örneğin elimizdeki bütçenin yapmak istediğimiz iş için yetersiz olduğunu düşünüyor ve strese giriyoruz. Gerçekten öyle mi? Başka seçenekler olabilir mi? Sorularını kendimize sormalıyız. Kısacası “akışı değiştiremiyorsan, bakışı değiştir!”
Önemli olan üzerimizdeki baskıyı stres haline dönüşmeden fark etmek ve onu yönetmek. Arasında nasıl bir fark var diye merak ederseniz, bir örnekle açıklayalım:
İşe geç kalan bir kişinin, sıkışık bir trafikte yol boyunca yaşadığı baskıdır. Ama işe geldikten sonra hala, “şimdi müdürüm bana kafayı takarsa, beni bu yüzden işten atarsa, işimden olursam” diye düşünmeye devam ediyorsa, işte bu, stresin ta kendisidir. İçinde olumsuz duyguların yer aldığı, kafamızda döndürme halidir. Bu durum, Batı dillerinde, psikiyatri pratiği içinde “ruminasyon” kavramı olarak ele alınır.
“Work without stress” isimli kitabın yazarları, stresin duygusal sıkıntı olduğunu ifade ederler. Burada stres, duygusal sıkıntı olarak tanımlansa da, sorun duygunun ortaya çıkması değildir, asıl sorun bunun içine dalmak ve çıkamamaktır.
Strese karşı dayanıklılığın anahtarı, gereksiz yere olumsuz duygular ekleyip ve onu dikkatle büyüterek baskıyı strese dönüştürmekten kaçınmaktır. Önemli değil, duygu gelsin. Yeter ki farkında ol ve duygunun içinde sıkışıp kalma! Kafanda bozuk plak gibi döndürmeyi bırak ve soruna daha fazla negatif duygular vermeden çözmeye çalış. Zihne üşüşen düşünceleri durdurmaya çalışmak yerine onlara yargılamadan bakmaya çalış.
Bunu nasıl yapacağız peki dediğinizi duyar gibiyim. Bunun için kendimizi biraz daha anlamaya ihtiyacımız var. Kendimize ulaşmak istiyorsak tıpkı bir resme bakar gibi durmak ve uzaktan bakmak gerek. Dücane Cündioğlu Hoca’nın dediği gibi: “Anlamak için durmak zorundasın, “anlama’nın kökü hep durmaktır.”
Rahatlamış, odaklanmış bir zihne sahip olmak için kendimizle biraz baş başa kalsak; teknolojiyi, o sevgili telefonlarımızı, biraz kenara bıraksak; bir nevi dijital bir diyet yapsak, güzel olmaz mı?
“O kadar kolay değil” dediğinizi gene duyar gibiyim. Henry Ford’un bir sözünde olduğu gibi “İster yapamayacağınızı, ister yapabileceğinizi düşünün. Haklısınız.”
Peki, stres her zaman mücadele edilmesi gereken bir düşman mı? Berkeley Üniversitesi'nde Elizabeth Kirby önderliğinde yürütülen araştırmaya göre, anlık hücum eden stres sonucunda hafızadan sorumlu hipokampüste yeni nöral hücrelerin geliştiği gösterilmiş. Beyin yeni hücreler üretmeye başlıyor. Ancak bu sadece, stres arada sırada varsa geçerli. Uzun süreli veya kesintisiz olduğunda ise, beynin hücre üretebilme kapasitesi ciddi şekilde baskılanıyor.
Dolayısıyla küçük dozdaki stresin olumlu etkileri var. Nitekim, stresi düşük seviyede tutan, zorluklarla karşılaşan ve başarılı olmak için kalbini ve ruhunu işine katan insanların daha rahat yaşayan ve erkenden emekli olan insanlardan daha uzun yaşadıkları tespit edilmiştir. Çünkü düşük stres seviyesiyle yaşayanlar daha sağlıklı alışkanlıklar geliştirme, daha az sigara içme ve daha az alkol alma eğilimindedirler.
Üstelik, stresli zamanlar bizi geliştirir, özellikle de bir amacınız, hedefiniz ve bir umudunuz varsa… İkinci Dünya Savaşı sırasında yedi ayrı toplama kampından sağ olarak kurtulmayı başaran Viyanalı Psikiyatrist Victor E. Frankl örneğinde olduğu gibi. Çevresindeki derin umutsuzluğa rağmen O’nun gayesi umut etmekti ve bu umudun kendisine hayatta kalmak için yardım edeceğine inandı.
Victor Frankl, “İnsanın Anlam Arayışı” isimli kitabında Nitzche’nin şu sözüne yer verir. “Yaşamak için nedeni olan herkes, her türlü nasıla katlanır.” Stresli diye bir işten kaçınacak mıyız? Eğer bu iş bizim hayat gayemize hizmet ediyor ve içinde bir anlam buluyorsak, hayır!
Stresle başa çıkmak için, ani bir stresle karşılaşıldığında derin nefesler almak, çeşitli egzersiz ve gevşeme yöntemleri ile stresi oluşturan unsurları yok etmeye çalışmak tavsiye ediliyor. Uzun dönemde ise konuyla ilgili bakış açımızı değiştirmek, negatif düşüncelerden uzaklaşmak, duruma objektif bakarak üstesinden gelebileceğimize inanmak ve belki de en önemlisi “olanı olduğu gibi kabul etmek” iyi geliyor.
Şimdi hayatınızdaki stres konularına bakın bakalım… Sonucunu değiştirebilecekleriniz var mı? Cevabınız evet ise, o zaman çok kolay, hemen harekete geçin. Yok, buna gücüm yetmiyor diyorsanız, “durun, sadece durun”. Sessizliğin içindeki cevabı dinleyerek… Sertab Erener’in şarkısında söylediği gibi “bir çaresi bulunur elbet yarın, yeniden yaşayalım.” Doya doya yaşayın gari.